Gözlerini yumup, gökyüzüne bak!
Yorgun bir gün sonunda ve hava kararmak üzereyken, hatta neredeyse arabanın arka koltuğunda uyuyakalmaktayken, farlar bütün uykuyu dağıtan yol işaretini aydınlatmıştı. Çavdarhisar ya da Ayzanoy! Bir kaç dakika mesafedeydi. Düşüncelerinin oldukça ötesindeyken, bir anda erişilebilir hale gelmişti bu saklı gerçek. Arazi aracının güçlü motoru değil de Arkadya Kralının oğlu Arkas’ın atının hırçın nefesiydi, antik hatıraları olan tozları kim bilir kaç bininci kez savuran.
“Geçmişi gören gözleri var bu toprakların. Kimileri insanın el işçiliği ve kimileri de doğanın kendisinde var olan. Neydi doğanın anlattıklarından insanın aldığı ve neydi kendi eliyle yazdığı, kazıdığı bu kutsal topraklara? Eğer görüyorsak bin yıllar önce bu dalların esintisini dinleyen şairin gördüklerini ve duyabiliyorsak onun sözlerini ulu dallarının rüzgârla şarkısında, bu gözler geleceği de okumaya başlıyor demektir. Belki de bilmek lazım yazılan her şeyin geçmişe değil geleceğe dair olduğunu.”
(TRT Haber Kadim Belgeseli 3.Bölüm -Kütahya, 2017)”
Göz alabildiğine uzanan tarlaların sarmaladığı topraklarda, bir yanda karaya yeni kabul edilmiş olanlar, diğer yanda binlerce yıl öncesinden beri zamanını bekleyenler göz ucuyla bakar gibiydiler. Onları ayakta karşılayanlarsa dizi dizi taş muhafızlardı. Yol gösteriyorlardı, davetli oldukları koca kentin en nadide sokaklarında bir bahçeye doğru. Üstelik ev sahibi habersiz ama bekliyorken zamansız, açık uçlu bir davetin konuklarını…
Akşamın karanlığı, tüm ihtişamıyla ve binlerce yıllık duruşuyla Zeus’a adanan tapınağı daha da nefes kesici hale getirmişti. Önünden geçip giderlerken, tekrar gelmenin planları daha o anda çoktan yapılmıştı bile. Arabanın içini dolduran sessizlik, bu yolculuğun onayı gibiydi.
Ağır çekimle, tarihin bekleyeni sütunların önünden geçip, Penkalas (Kocaçay) Irmağı’nı aşarak kapımdan içeri geldiler. Bu kapıdan giren herkes, en az beş bin yıldır yoldaydı belki de. Beni görmek, bir dostun ikramını yudumlamak ve birkaç dakika soluklanmak istemişlerdi. Gün daha yeni batmıştı. Köydeki sokak lambaları, sütunlu caddenin, komşum sincapların evi elma ağacının, her gece gökyüzünü divit gibi yeniden çizen kavak ağaçlarının uçlarının gölgesini, keyifli sözlerin serildiği masaya yansıtıyordu. Duymak istedikleri çok şey vardı benden. Leblebi vardı oysaki masada. Kurabiye de vardı. Aynı un, Penkalas’ın omuzlarında dönen değirmenlerin öğüttüğü buğdayla, asırlarca ekmek olmuştu Kybele’nin yurdunda.
Hemen arkalarında sütunlu cadde vardı. Antik çağda oldukça şaşaalı bir yerdeydik. Adresimiz: Macellum, Sütunlu Cadde, Aizanoi 3. Köprü Girişi. Adımınızı attığınızda kendinizi caddenin kalabalığında buluyordunuz. Her ne kadar Macellum (Makellum), et ve balık pazarı ise de, hemen her şey satılmaktaydı Agora’yı aşıp Penkalas’ın diğer kıyısına geçerek ulaştığınız ve elli yıl öncesindeki depreme kadar bin yedi yüz yıldır Pazar yeri olan meydanda. O kalabalıkta Artemis geyiğinin olduğu yerde buluşmak üzere randevulaşırdım ben olsam. Her ne kadar Ayın ve Avın Tanrıçası olsa da kendisi, biz hep geyikten yanaydık.
Hikâyenin tam heyecanlı yerinde ay iyice yükselmiş ve Artemis’in geyiğini aydınlatmışken, yola koyuldular. Ayrılmak üzere değil, hazırlanmak ve yeniden buraya ulaşmak üzereydi adımları. Ay ışığında ilerlerlerken Frigyanın başka bir köşesine doğru, Ayzanoy’dan hemen sonra Aslanapa Ovasının Ardıçları uğurluyordu onları. Mağrur ve kendinden emin, hep yeniden var olan, kadim nesli Kütahya’nın.
Haftalar geçiyor, otlar da önceki seneye göre daha çabuk terk ediyordu yeşil rengini. Her şey telaş içindeydi. Fasulyeler bir yandan büyümeye, mısırlar da kalan tanelerini kuşlardan ve soğuktan kaçırmaya çalışıyorlardı. Elmaların keyfi yerindeydi oysa ama mısırlar ve fasulyeler için ne yazık ki her şey çok çabuk geçmişti. Geçen yılın baharında eriklerin ve cevizlerin başına gelenler onların başına gelmemişti belki ama binlerce yıldır hep yaptıklarını tekrarlamak için yine de biraz hazırlıksız yakalanmışlardı. Mozaikli Hamamın da aşağılarındaki sakin dere boyundaki yuvalarından taşınan tilkiler bahçemi güvenli bölge ilan etmişlerdi. Komşum olan sincap çifti ve sansar ailesinden sonra tilkilerin de dere boyundaki karaleyleğe ve akbalıkçıl dörtlüsüne katılmalarından ben de memnundum. Bir akşam bahçeye girip, kirpiyi de görünce, ağaçların arasında Ezop’un beni gülerek izlediğinden emindim. Eve giren yengeç de onun şakalarından biriydi bence. Belki de geçen Temmuz’da Zeus’un huzurunda çaldığımız şarkılarımızın etkisiyle beni Orpheus sanmışlardı. 25 yıllık grubumuz Kaçkar İllusion ile zamanda ve mekânda atılan adımları anlatıyorduk, “Geçmişten Yeni Bir Yolculuk” adını verdiğimiz sahnemizde. İki gün boyunca Anadolu’nun bütün metafizik kültürünü onlarca arkeologdan dinleyerek geçtikten sonra, çaldığımız notaların geçmişe de geleceğe de seyahat ettiğini düşünmek hiç de olasılık dışı değildi. Her ne kadar Huitwalahit ile başlayan konser, tam ortasında Zeus’un gönderdiği şimşekler ve yağmurlarla kesilse de, o yağmurun ıslattığı bütün coğrafyanın görüntüleriyle işlenmiş bir konser videomuz, görsel anılarımız arasına katılabilmişti. Ah be Ezop! Kim bilir kaç kez ayak izlerimiz birbirine karıştı son iki yılda.
Bir de Evliya Çelebi var tabii komşularım arasında. Sen mi ben mi derken beni kendi memleketine bağladı. Oysa ne güzel geziyorduk Ercan’la Anadolu’nun kadim ağaçlarının dilinden kadim hikâyeler dinliyorduk. Şimdiyse zamanda seyahat ediyorum. Frigyayı, Epiktetos’un Frigyasını belki Romalı bir köle olarak değil de onun dediği gibi bilgiyi uygulamaya dökmeye çalışıyorum. Aristoteles’in de Epiktetos’un da önce kendilerini keşfini, bilme yolculuğundaki hâlihazır acizliğimi tanımlayarak başlıyorum. Bildiklerimi bu topraklarda yeniden bir şeyler yeşersin diye Çavdarhisar’ın üzerine serip havasız ışıksız bırakmak yerine, onun kimyasına kendimi atarak önce yerel deyimiyle “Çavdırlı” olmaya başladım.
Hierapolis’in karşı tepelerindeki bir evde yaşayan Elif Hoca, neredeyse on yıldır Kybele ve Zeus’un kentini ve hikâyelerini gün ışığına çıkaran ekibin başkanı. Belki iki bin yıl önce yanan bir ateşin ışığını takip edip bu şehre yerleştim. Yanmış bir ardıç ağacının hücrelerinden içeri girip başka bir dünyaya ulaştım da denilebilir. Onların anlattıklarını kendi yaşadıklarımla harmanlayınca bazen nerede ve hangi zamanda olduğumu unutuyorum. Masallardaki konuşan ağacın yaşadığı köydeki ozanlar gibi anlattıklarını yarım yamalak da olsa aktarmaya çalışıyorum. Hah! Bir de Dereköylü Muammer, Kureyşler’deki höyüğün uçsuz bucaksız zihninde kaybolduğumda, buradaki konuşan karaçamlardan birinin gölgesinde meşe ağacından bir asa vermişti. Hesiodos gibi hissetmiştim kendimi. Avuçlarımı bastonun üzerinde birleştirip çobanlardan, çiftçilerden hikâyeler anlatıyordum gelen misafirlerime. Bir de Aysun var o köyde, Muammer’in yeğeni. On yaşında nasıl bir duygu işlemişse iç dünyasına, heyecanlı bir seslenişle, “Gelin! Sizi beni en çok etkileyen yere çıkaracağım!” diyordu ve gözlerini kısıp bakıyordu höyüğün tepesinden, eski köyün üstünü kaplayan baraj sularının, eski günlerin ufkunda boyadığı maviliğe.
Attis’i Karaçam’a dönüştüren, özgüven dolu ihanetinin mekânı Pessinius topraklarından geçen bir trenle, boydan boya aşıyorum Kybele’nin yurdunu. TED Üniversitesinde verdiğim dersin bende bıraktığı umut ve keyifle yoldayım ve artık misafirlerimle buluşmanın zamanı. Adına yakışır bir Kybele ya da Aba Sultan sofrası kurmak gerekir.
Çoğu zaman soframda buraya ulaşan patikaların kenarlarındaki yabani meyveler bulunur. Zaten güzel bir mutfak kurmanın da yemek atölyesi olan bir lokanta veya ev zannedilen bir otel işletmekten çok daha fazla anlamı vardı benim için Çavdarhisar’da. Antik kentin binlerce yıllık bahçeleri, içine modern kültürün hiçbir öğesini almamıştı. Toprak da duvar da eskiden beri var olandı. Var olanı sunmak için tasarlayıp ürettiğimiz tabaklar ise boğa kurban edilen Taurobolyum ve keçi ya da koç kurban edilen Kriobolyum’dan esinlenerek üretilmişti. Yalnızca o toprakların bereketini sunduğumuz tabaklar da başka türlü olamazdı zaten. Uzun uzun yemeği anlatmaya gerek yok belki ama misafirlerimize sunduğumuz yemeğin finalinde, Sardes topraklarında yetişmiş ve kesinlikle eminim Krezüs’ün (Karun) de en sevdiği kara yaprak incirlerle, Hacıkebir’deki komşumuzdan alınmış sütün karıştığı bir muhallebiyi, meyvelerle süslediğimizi çekinmeden söyleyebilirim.
Aslında bu şehrin hikâyesinde doğasının sundukları da gizliydi. Meter Steunene, Demeter, Kybele ve hatta Aba Sultan kültü, doğada bereketin kadın temsilcisiydi. Nimeti verdiğine inanılan, kıtlık zamanı bereket istemek için de vardı. Yani doğa her zaman sonsuz bir kaynak değildi. Şimdi ise kaynağını düşünmeden içtiğimiz su, marketten gelen ve yılın dört mevsiminde de bulunabilen meyveler, sebzeler, doğayı anlamaktan uzaklaştırdı insanı belki de. Tırmanmadığımız ağacın elmasından bir ısırık alıp öylece bırakıyoruz bazen.
Kadim Belgeseli’nin çekimlerinde bir akşamüstü Ercan ile konuğu olduğumuz Hasan Bey ile neredeyse üç yıl sonra o çekimlerin ardından zamanımın en az yarısını geçirdiğim Ayzanoy’da buluşmuştuk. Ozan ve Cafer’in de katıldığı sohbetimizde benim de anlattıkça hatırladığım, onlarca güzel seyahatin güzel anıları vardı.
Hala bütün ihtişamıyla karşımızda duran Zeus Tapınağı’nın neredeyse altmış sene süren inşaatında dara düşülüp, vergiler gecikince, köylülere haciz geldiğini anlatmıştı arkeolog asistanım Sinan Özcan. Kazı mevsimi dışında benimle çalışıyordu ve kimi zaman eski insanların adımlarını takip edip kayboluyorduk Ayzanoy sokaklarında. Sonra Çavdarhisar’ın okullarındaki sınıflara koşuyorduk. Bazen anaokulunda bazen lisede antik çağda köylerindeki hayatı birlikte konuşuyorduk. Ben doğa anlatmak için baharı beklerken, Sinan’ın anlattıkları, çoktan çocukların neredeyse tamamının hayalini arkeolog olmaya sabitlemişti. O kadar ki bütün öğretmenler, kucaklarındaki birkaç aylık bebeklerine kadar ailece antik kenti geziyordu bizimle. Mart ayına daha dün girmişlerdi, üstelik İç Ege’nin çetin kışlarından biri daha şehri henüz terk etmemişken.
Konuklarımı alıp Taurobolyum ve Kriobolyum’un bulunduğu Meter Steunene Kutsal Alanına gidiyoruz. Pek tabii tam karşımızdaki tepede de Aba Sultan. Meter Steunene, Kybele’nin Ayzanoy’daki adı. Buraya hem sabah Çavdarhisar’ı saran sis varken hem de gün batımında gelirim. Geçmişi en çok burada hissederim. İşte bu topraklarda, insanın el işçiliğiyle yapılmış bir göz! Diğeri ise doğanın kendisinde var olan. Yola koyulup Saray köyünde tarlaların ortasında geçmişi gören başka bir göze, muhteşem ardıç ağacına ulaştık. Ben, bu topraklara getiren ve ardından Çevre Etiği Okulumun bu topraklardaki hikâyeleri kovalayacağı günlerin sebebi olan dersin yapıldığı ağaçtı. Hiçbir mevsim yalnız bırakmadım. Tarlalarda ekinler yemyeşil uzanırken de, karlar dizimizi geçerken de…
Tarla demişken, antik kentin anıları ve bolca humusu olan topraklarını birlikte ekip biçmeye başlamıştık. Bu toprakta geleceği yeşertmek için bugünü bereketlendirecek tohum da, o tohumu yeşertecek bilgi de mevcuttu. Tekerlekli basit bir araçla, yeni yeşeren otları ayıklarken sanki kadim bir kitabın sayfalarını çeviriyordum. Açtıkça okunan sayfalar, “her şey benimle başlar” dedirtmeye başlamıştı asırlar sonra Penkalas Irmağı kıyısında. Antik bahçeler, geleceğin misafirlerine sofrayı aylar öncesinden kuruyordu.
Sizi de bekliyoruz soframıza! Adresi tekrar hatırlatalım: Macellum, Sütunlu Cadde, Aizanoi 3. Köprü Girişindeki büyük tahta kapı, Ayzanoy. Üçüncü köprü orada değil ama başlarken dediğim gibi, “gözlerinizi kapayın ve gökyüzüne bakın!”. Köprü bir halı gibi yolunuza serilecek ve Ayzanoy’un kalabalığında Agoraya doğru ilerleyeceksiniz. Kim bilir belki Odeonda bir isimsiz ozanın şiirlerine kapılır, geleceğe uzanırsınız.